2

Artık “Yeni AK Parti” ve “Yeni Türkiye” sloganları kullanılıyor. 2001 ile kıyaslandığında, “Yeni AK Parti”nin ayırt edici özellikleri nelerdir?

 

Erdem İlter

Prof. Dr. Nur Vergin

Doç. Dr. Yüksel Taşkın

Yrd. Doç. Hatem Ete

Hatırlanacağı üzere AK Parti'nin kurucuları, dönemin Fazilet Partisi'nden (FP) kopmuşlardı. O zaman FP’de “Gelenekçiler” ve “Yenilikçiler” ayrışması olmuş ve Erdoğan liderliğindeki bir grup, FP'den koparak kendi partilerini kurmuşlardı. Bugün itibarıyla tansiyonu daha düşük olmakla birlikte yeni bir “Gelenekçi” versus “Yenilikçi” tartışmasının yaşandığını görüyoruz. 2001'den farklı olarak bu geçiş çok daha yumuşak gerçekleşti. Bunun da sebebi ayrışmanın fikri olmaktan ziyade kişisel olmasıdır. Bu manada Davutoğlu ile birlikte yeni bir gömlek değişimi gerçekleşmedi. Fakat AK Parti’nin kuruluşundan itibaren geçen 13 yıllık süre zarfında hem Türkiye hem yakın coğrafyalar hem de dünya genelinde çok ciddi değişimler, dönüşümler gerçekleşti. Bu noktada AK Parti'nin değişmemesi, dönüşmemesi imkansızdır. Bülent Arınç ve Abdullah Gül gibi partinin kurucu üyelerinin sembolik bir konumda olmaları başka bir yeniliğin işaretidir.

 

Bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki AK Parti artık kurumsallaşmıştır. Anladığımız kadarıyla artık AK Parti'yi sembol isimler değil partinin rotasını çizen ve siyaset üreten kadrolar yönetecek. Bu da bahsettiğim kurumsallaşmaya işaret ediyor. Yani AK Parti artık bir “aile şirketi” değil “kurumsal bir marka” olduğunu tescil etmiştir. (Parti içinde yaşanan son sıkıntılar, bu kurumsallaşmanın getirdiği sancılardır. Bu noktada aile fertlerinden bazılarının küskünlük yaşaması da kaçınılmazdır.) Sorularınızı Erdoğan merkezli değil de AK Parti merkezli sormanız bile bu kurumsallaşmanın göstergesi aslında. Diğer önemli bir farklılık ise AK Parti'nin artık bir “dava” partisi hüviyeti kazanmasıdır. Davutoğlu bu hüviyete fikirsel düzeyde en çok katkı yapanlardan biri. Türkiye'nin Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika'ya doğru açılması, Davutoğlu’nun katkılarının sonucuydu.

 

 

 

Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), sanırım, kurucularının öngördükleri bir Türkiye’nin temellerini atma ve projelendirme işlevini yerine getirdi. “Yeni AK Parti” ile şimdi sıra “Yeni Türkiye’nin” imarına geldi. Bu, ülke içinden ve ülke dışından çok-aktörlü bir muhalefetin harekete geçerek durdurmaya çalışacağı bir siyasi imar hareketi olacak. Sanırım, bu imar süreci uzun ince bir yolda, zorunlu ve zorlu/zorlayıcı bir yükselişin epizotu olarak geçecek tarihe.

AK Parti esasen kültürel, iktisadi ve siyasal açıdan kenarda bırakılan kitleleri merkeze doğru harekete geçirdi. İktisadi alanda ciddi istikrar yakaladı. 2010 anayasa referandumuna kadar tüm bunlara, “Müesses Nizam ile mücadele” ve “Vesayet Düzeni’ni sonlandırma” gibi hedefleri ekleyerek, “demokratikleşme sürecinin yegane aktörü” olduğu algısından büyük meşruiyet elde etti. Ne var ki 2011 genel seçimlerinin ardından demokratikleşme vizyonunu terk ederek daha otoriter uygulama ve söylemlere yöneldi.

 

Burada, AK Parti’nin kendisini birden bire çok güçlü ve rakipsiz bir aktör olarak bulması da rol oynadı. Ne “seçilmiş seçkinler” ne de “seçilmemiş seçkinler” artık AK Parti üzerinde baskı unsuru oluşturuyorlardı.  AK Parti eğer yeni anayasa yazım sürecini terk etmeyip başkanlık sistemi ısrarında bulunmasaydı, orta ve uzun vadede bu, partinin lehine önemli bir sistem çıpası oluşturabilirdi. Ama kısa vadede eline geçirdiği gücü paylaşmama arzusu, uzun vadeli sistemik dönüşüm arzusunu baltaladı. Yüzde 10 seçim barajı meselesi buna örnektir. Parti lehine kazanım gibi görünen seçim barajı uygulaması, aslında ülke istikrarını zedeleyerek, AK Parti dahil, tüm siyasi aktörler aleyhine bir ortam yaratıyor.

 

Bana göre Davutoğlu’nun farklı bir siyasal hat inşa edebilmesinin sırrı da burada yatıyor. AK Parti’yi yeniden demokratikleşme sürecinin önemli bir aktörü haline getirmeyi deneyebilir. Bunu yaparken sadece Çözüm Süreci’ni sürdürmek yetmez. Toplumun tüm renklerini, seküler modernistleri, Alevileri de kapsayacak özgürlükçü bir anayasa yapma iradesini yeniden göstermek, Davutoğlu’nun kalıcı bir lider olabilmesinin en kestirme yoludur. Aksi takdirde “Yeni Türkiye” sloganı, giderek inandırıcılığını yitirir ve Davutoğlu da hızla eskir.

 

 

Henüz on üç yıllık bir geçmişe sahip olan AK Parti’nin “yeni” sıfatı eklenerek kullanılması iki gerekçeye dayandırılıyor. Birincisi, AK Parti’nin genel başkanını ve bugüne kadarki yönetici kadrolarının çoğunluğunu “üç dönem kuralı” dolayısıyla değiştirecek durumda kalmasıyla ilişkili. Kadro değişimi, AK Parti’de bir misyon veya siyaset değişikliğini zorunlu kılmadığı için “yeni” sıfatı eklenmesini de gerektirmez. Nitekim 2010’da genel başkanını, peş peşe yapılan birçok kurultayla da yönetici kadrolarını değiştiren CHP, siyasal konumunu, pozisyonunu değiştirmediği için, ilk zamanlarda bir umuda yatırım yapmak üzere kullanılsa da, bugün “yeni” sıfatı eklenerek anılmıyor. Dolayısıyla, genel başkan ve kadro değişimi zorunlu olarak AK Parti’yi “yeni” kılmaz.

 

AK Parti’nin “yeni” sıfatı edinmesine gerekçe kılınan bir diğer dinamik, Türkiye’nin “yeni” sıfatı edinmesi olabilir. Bu dinamik, AK Parti’de bir misyon ve siyaset değişimini gerekli kıldığı için “Yeni AK Parti” nitelemesini haklı kılabilir. AK Parti, kurulduğunda, vesayet sistemini geriletmeyi, bürokrasinin siyaset üzerindeki tahakkümünü kırmayı misyon edinmişti. Bu misyonu yerine getirmek üzere, 12 yıllık iktidarı boyunca, vesayetçi aktör, kurum ve zihniyetle kıran kırana bir mücadele yürüttü ve nihayetinde, bugün “eski Türkiye” diye kodlanan vesayet rejimini ortadan kaldırmayı başardı. AK Parti bu başarısını yeni bir misyona gerekçe kılarak, “Yeni Türkiye”yi inşa etme hedefine yöneldi. (Vesayetçi sistemi) Tasfiye etme misyonunun yerini (Yeni Türkiye’yi) inşa etme misyonuna bırakması, AK Parti’nin kadro değişimiyle eş zamanlı gerçekleştiği için “Yeni AK Parti” nitelemesi kullanılmaya başlandı. Aslında, AK Parti’nin kadro ve misyon değişimi, siyasal konumlanmasını, devlet-toplum, statüko-değişim ve vesayet-bürokrasi denklemindeki pozisyonunu değiştirmediği müddetçe “Yeni AK Parti” adlandırmasını gerektirecek bir durum da yok.

 

Görüşler yazarlara aittir. Al Jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.